MEHMET TAŞTEKİN YAZDI:DAVAYMIŞ
Dillerde bazen bir dava söylemi dolanır, durur. Doğrudur. Ben bu “dava” kavramının küçük ve dünyalık hesaplar için, iktidar olmak için kullanılmasına karşıyım. Dava kavramının içinin boşaltılmasına karşıyım.
Bu gerçekten davasına inanmış, şehit edilmiş, yolu kesilmiş o insanlara hakaret olduğuna inanıyorum.
İdealleri olan insanlar mefkürelerine (ülkülerine) dava derlerdi. Yine o dava adamları birileri tarafından kullanıldıklarının farkına bile varamadan o mefküreleri için (yani davaları için) gerektiğinde cefa görür, gerektiğinde yaralanır, gerektiğinde eğitimini yarıda noktalamak zorunda kalır, gerektiğinde mahalle baskılarına ve psikolojik baskılara maruz kalır ve gerekirse de ölümü şehadet bilirlerdi.
O nedenle de dava adamı olmak her babayiğidin harcı olamazdı. Yani o eski dava adamları adamın hasıydılar. Küçük bedeller uğruna ülkülerinden vazgeçmez ve inandıkları davalarında tek başlarına da kalsalar samimiyetle yürürlerdi.
Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Kim var? dendiğinde arkasında kaç kişinin durduğuna bakmaksızın “ben varım” diyebilen dava adamlarıydı.” onlar. O eskilerde partiler birer medrese, birer ocaktı ve davasına inanmış adamların yetiştiği, yetiştirildiği birer okul, birer mektepler idiler. Zindanlar da öyleydi. Adına Medreseyi Yusufiye derlerdi. Bazılarınızın aklına şu gelebilir. Onlar kullanıldı diyebilirsiniz. O içinde bulunulan şartlar; o insanları inandıkları dava uğruna mücadele etmeye mecbur ediyordu. Dün hain gördüklerinizin yıllar sonra aklandıklarına ve gerçek vatan evladı olduklarına şahit oluyorsunuz.
Ya da kahraman zannettiklerinizin aradan yıllar geçtikten sonra hıyanetlerini öğreniyorsunuz. “Ameller, niyetlere bağlıdır.” Mekke’nin müşrikleri de Peygamber Efendimizi davadan (Kuran davasından-islam davasından) vazgeçirtmek için: “Gözün zenginlikte ise seni Mekkenin en zengini yapalım, gözün emirlikte ise seni gel Mekke’nin emiri yapalım, gözün kadında ise en güzel kadını sana verelim, yok hasta isen seni tedavi ettirelim demediler mi?” O ne demişti: “Güneşi sağ elime, Ayı da sol elime verseniz ben bu inandığım davamdan vazgeçmem” demişti. Yakın dönemde bu dava kavramının bütün partiler içinde kullanıldığını duydukça üzülmekteyim.
Partiler iktidar mücadelesi verirler genellikle. Hele de hiç bir davası olmamış insanların ağızlarından bu sözleri duydukça da “eyvah, nereden nereye” demeden de insan geçemiyor. Şimdilerde dava köşeyi tutma, sandalyeyi işgal ya da koltuğu kimseye kaptırmama, ya da yandaşların imkanlarını çoğaltma mücadelesi şeklinde geçtikçe, “yiyelim, içelim kam alalım dünyadan misali” nereden nereye devşirildiğimizi de daha kolay anlamaktayız.
Değerler siyaseti yerini yeni siyasi anlayışlarla Dünyalık kazanımların artırıldığı, birilerine verilen küçük küçük yemlerle ideallerin kaybettirildiği güzergahlara dönüşmüş haldedir. O eski dava adamlarının kimileri; sistemlerin hayranı, kimileri “Yufka yüreklilerle çetin yolların aşılamayacağına inanan büyük mefküre sahipleri”, kimileri de Hele Abdurrahim Karakoç’un “Hak Yol” şiiri vardı ki marş olarak ta söylenir, hatta bu şiir kesmediği için şöyle de bir dörtlük ekleyip söyleyen iman abideleriydi. “Memurların masasına, Zenginlerin kasasına, Türkün Anayasasına, Hak yol islam yazacağız.” diye marş olarak ta söyleyen insanlardı. Masalar, kasalar ve nisalar maalesef hep heba oldu. Davaların hayat hikayelerinde kaldığı, gerçek dava adamlarının hayatlarının kaydığı, itibarsızlaştırıldığı, sahte kabadayıların şimdilerde dava adamlığı rolleri ile racon kestiği ve islam ibaresinin nüfus cüzdanlarından bile kaldırıldığı, aile kavramının anlamını yitirdiği bir zaman diliminin tam ortasındayız. Kimileri bilerek, kimileri de bilmeden Arzı Mevuda (İsrailoğullarının vadedilmiş toprak inançlarına) hizmet ettiler. Kimileriyse hala dolu dizgin hizmetle meşguller. Öyle bir zamandayız ki; “Dava kavramını” Dünyalık ihtirasları için diline dolamış olan değil, “Gerçek Dava Adamlarına” en fazla ihtiyacımızın olduğu bir zaman dilimindeyiz. Allah cc. akıbetimizi hayreylesin.
.